Kam, yazısında;
Kabir ziyaretleri, davetler, arkadaş ziyaretleri derken, dört hafta göz açıp kapayıncaya kadar hızla geçip gitmiş. Daha memleketimin lezzetlerinin bir kısmına henüz ulaşamadım. Sadece bir kez yiyebildiğim yemeklerden ikinci kez tatma fırsatım bile olmadı. Daha çok kız kardeşim Derya ve Sema ile birlikteydik. Değişik ev yemekleri pişirdiler, yıllardan beri lezzetleri hâlâ değişmemiş yemeklerdi bunlar. Bol bol sohbet ettik, hasret giderdik onlarla. Bazen sohbetlere davet edildim, arkadaşlarımla birlikte oldum. Alışveriş yapmaya da fırsat bulamadım. Belki bulamadım demek yanlış olur, içimden gelmedi demek daha doğru. Kime ne alacağım, kimin için alacağım…
Kuyu kebabı ve Kokoreç ile doya doya hasret gideremedim. Kelle paça ile selamlaşamadım bile. İncirle bazen sofralarda bir araya geldik ama bu buluşmalar ne incirleri tatmin etti ne de beni. Hele Denizli’nin Çal ilçesinde yetişen ve tadına doyum olmayan Çalkarası üzümüyle yolumuz hiç kesişmedi.
Üç günümü İstanbul’da geçirdim. İstanbul’a uçakla gittim. Gidiş dönüş 5.000 TL. Fiyat yüksek olunca herhalde uçak boş gider diye düşündüm. Giderken de dönüşte de uçak tıklım tıklım idi. Her gün uçak var Denizli’den İstanbul’a. Her gün aynı kişiler gelip gitmediğine göre. Türkiye’de öyle abartıldığı gibi bir ekonomik darlık yok. Dünyada ne varsa Türkiye’de de o var. Öyle, Türkiye’ye has bir fakirlik söz konusu değil. Hatta Türkiye’de insanlar lüks içinde yaşıyor demek daha doğru olur. trafik" class="taglink" title="Trafik Haberleri">Trafikte seyreden araba sayısında eksilme yok. Trafik sıkışık. Denizli’de 40 derece sıcaklıkta trafik lambalarında bekliyorsunuz. Hem de 3 dakika. Olmaz böyle bir şey. Ekzoz dumanıyla sıcak birleşince trafik çekilmez hale geliyor. Toplu taşıma araçları da dolu. Mağazalar da ise alışveriş gırla gidiyor. Fiyatlar artmış ama paralel olarak ücretler de maaşlar da artmış. Domates 25, patlıcan 15, Üzüm 40, bamya 70, fasulye 50… Ev kirası 4.000 TL ’den başlıyor. Semtine göre değişiyor.
Asgari ücret 11.450. Genelde çift kişi çalışıyor (22.900) En düşük memur maaşı 22.925 memurlar da çift kişi çalışıyorlar (45.850). Pahalılıktan Şikayetçi olanlar da nedense memurlar ve siyasetçiler… Yapılan fakirlik edebiyatıdır. Algı oluşturmaktır amaç.
İstanbul’da Niğmet kızımla buluştuk. Niğmet hakikatli bir kızdır. Berlin’de tanışmıştık onunla. Türk Eğitim Derneği’nde birlikte çalıştık. Mocca Dergisi’nde de birlikte çalıştık. Şimdi İstanbul’da bir medya şirketinde çalışıyor. Oldukça mutlu.
Yazdığım iki eserim vardı. Birisi; Dini Kılavuz- Gelenek ile Modernite Arasında Kalmışlar için-, diğeri; Bir Hazerfenin Sergüzeşti -Kolak Köyü’nden Berlin’e. Bu iki eserin editörlüğünü yapıyor Niğmet. Birlikte son kez gözden geçirdik kitapları. Sonra da basılması için yayınevine verdik. Yüzleşme Yayınevi. Haldun Şeker ve Mehmet Başpehlivan ile kitaplar üzerine görüşmeler yaptık. Görüşmelerim olumlu geçti. 15 Ekim’de kitaplarım okuyucusuyla buluşacak inşallah.
Çocuklar İçin Sorularla Dinimi Öğreniyorum, Kur’an ve Sünnette Evlilik, ha-ber.com internet sayfasında yazdığım makalelerden ve de Kültür ve Araştırma Gezilerimden oluşacak olan kitaplarımı da sıraya koyduk. Önümüzdeki bir senem bu kitapları yayına hazırlamakla geçecek anlaşılan.
İstanbul; eşi ve benzeri olmayan kocaman bir şehir. Her köşesinde tarih kokuyor. Ayasofya Cami-i Kebiri, Sultan Ahmet Camii, İslâm Eserleri Müzesi, Alman Çeşmesi ve Hipodrom gezebildiğim tarihi mekanlar arasında. Yayınevleri Üsküdar’da olduğu için Üsküdar’dan Eminönü’ne Feribotla bir kez geçiş yapabildim. Sirkeci’den Üsküdar’a da Marmaray’la bir geçiş yaptım. Hepsi bu kadar. İğne atsan yere düşmez derler ya evet öyle. İnsan seli. Kendinizi bırakırsanız sele kapılır gidersiniz. Sokaklar, caddeler, toplu taşıma araçları tıklım tıklım.
Bu sıkışıklığı rahatlatanlar, şehrin nefes almasına yardımcı olanlar; seyyar satıcılar. Kimisi mısır satıyor, kimisi Osmanlı şerbeti satıyor, kimisi nane yağı satıyor, kimisi köfte ve dürüm satıyor, kimisi simit satıyor, tişört, pantolon ve gömlek satanlar da var…, cıvıl cıvıl sokaklar. Sokak şarkıcıları ayrı bir soluk olmuş İstanbul’a.
İstanbul, dünyanın minyatürü gibi; Japonlar, Amerikalılar, İngilizler, Ruslar, Araplar, Afrikalılar… nereye başınızı çevirirseniz çevirin orada başka bir ırkla göz göze geliyorsunuz. Dünya şehri olmak böyle bir şey olsa gerek. Ben İstanbul’u çok sevdim. Kalabalığına, kulaklarınızı tırmalayan gürültüsüne, sokaklarındaki pisliğine, çerçöpüne rağmen çok sevdim. Şair boşuna dememiş;
“Bu şehr-i Stanbul ki bî-misl ü bahâdır
Bir sengine yekpâre 'acem mülkü fedâdır
Bir gevher-i yekpâre iki bahr arasında
Hurşîd-i cihân-tâb ile tartılsa sezâdır…”(Nedîm)
-Bu İstanbul şehri benzersizdir ve paha biçilemez; bir taşına bütün Acem memleketi fedadır.
İki deniz arasında bütün bir cevherdir, cihanı aydınlatan güneşle tartılsa lâyıktır.
Bir nimetler madenidir ki, onun cevheri ikbaldir; bir İrem bahçesidir ki, değerlilik ve yükseklik onun gülüdür.
Güzel cennet onun altında mı, üstünde midir? Doğrusu bu ne hal, bu ne hoş su ve havadır?-
Benim memleketim eşsiz güzelliklere sahip. Taşıyla, toprağıyla her şeyiyle güzel. Paha biçilmez güzellikler bunlar.
Sıkıntı, memleketimin insanlarında. Memleketimin insanları doyumsuz ve tahammülsüz. Kargadan başka kuş tanımayan çok insan var. Bir kısım insan da var ki, vatanına düşman, tarihine düşman, dinine düşman, insanına düşman, diline düşman, bayrağına düşman.
Tarihine, dinine, kültürüne, edebiyatına düşman insanlar var benim bu cennet vatanımda. Osmanlı’ya, Selçukluya ateş püsküren insanlar var. Düşman olmasa da o düşmanlarla yatıp kalkanlar var. Celladına aşık insanlar bunlar.
Ebrar’ın pankartına “Boş yapma Abdulhamid” yazısı tesadüfen yazılmış olamaz. Vargas’ın silueti, Osmanlı Fesine tesadüfen s maç vurmuş olamaz.
Evet sıkıntı benim insanımda. İnsanım şuursuz. Ezbere yaşıyor. Ne yaptığını kiminle oturup kalktığını bilmiyor. Öyle burnunun doğrultusunda gidiyor. Her şeye bodoslama dalıyor. Onun için yiyip içmekten ve tuvalete gitmekten daha önemli bir şey yok. Mankurtlaştırılmışlar. Benim insanıma yazık oluyor.
Tarih bilinci yok. Millet olma bilinci yok. Türklük bilinci yok. Müslümanlık bilinci yok. Yok. Yok. Yok. Gerçekten yok. Algı üstüne algı. Zavallı insanım sersem tavuk gibi olmuş. Oradan oraya savruluyorlar. Yazıktır, günahtır.
Sadece kronolojik olarak öğretilen tarih ile bilinç oluşturmaz. Bu tarih hele bir de yalansa, zaten oluşturmaz. Türk tarihinde, İslâm tarihinde insan hakları açısından utanılacak bir sahne yoktur. Türk tarihinin her dönemi şerefle doludur. Türk tarihinde soykırım yoktur. Türk tarihinde gaz odası yoktur. Türk tarihinde Srebrenitsa yoktur. Türk tarihinde engizisyon yoktur. Türk tarihinde mülteciler denizlerde boğulmadı, Türk tarihinde insanların üzerine misket bombaları atılmadı. Behey gafil sen hangi tarihten utanıyorsun da Türk tarihini aşağılıyorsun. Türkün değerlerine, Müslümanın değerlerine küfrediyorsun. Kimsin sen!
Avrupa ülkelerinin halkları tarihlerine düşman değildirler. Her şeye rağmen düşman değildir. 100 yıl savaşlarına, mezhep savaşlarına rağmen düşman değildir. Engizisyona rağmen, gaz odalarına rağmen düşman değildir. Onlar tarihleriyle yüzleşmişlerdir.
Beni hayal kırıklığına uğratan ve ürküten şey, son zamanlar da yüzünü kıbleye çevirenlerin de tarih düşmanlığına başlamış olmalarıdır. “Ermeni halkına soy kırım uygulanmıştır” diyecek kadar ileri gitmişlerdir. Bu düşmanlık Kadınlar Voleybol Millî Takımına kadar ulaşmış ise burada biraz durup düşünmek gerekir.
Anneler ve babalar da sorumludur bu kötü gidişattan. Çocuklarına kendi tarihleriyle ilgili ne kadar bilgi veriyorlar gözden geçirmelidirler. Gerçeğe yakın tarihi filmler ve diziler sadece TRT’de yayınlanıyor. Diğer televizyonlarda yayınlanmıyor. Yayınlansa bile tarih çarpıtılarak yayınlanıyor. TRT’nin yayınladığı o diziler eleştiriliyor, hem de acımasızca. Kan varmış, kılıç varmış… Tarihi diziler bunlar. Ne olacaktı yani.
Yabancı filmlerde de var kan. Hatta dahası da var. Onlardaki kan eleştirilmiyor. Kimyasal bombaların altında çoluk çocuk demeden insanları yakarak öldüren filmler eleştirilmiyor. Çocukların ellerindeki akıllı telefonlara kadar inmiş olan o caniler eleştirilmiyor. Onlara oyun deniyor.
Türkler orta Asya’dan geldi buralara. Buraları vatan edinmek için geldiler. Gelirken yollarda onlara selam durmadılar herhalde. Buyurun geçin diye yol vermediler herhâlde. Derdiniz nedir sizin?
Ben diyorum ki; keşke bütün camilerimizi yıksalardı, yakılsalardı da alfabemize dokunmasalardı. Yıkılan camileri yapmak mümkündü, yapabilirdik yeniden. Ancak kaybedilen alfabe geriye getirilemeyecektir. Alfabeyi değiştirenler de hiçbir zaman Türk milletine sağlıklı tarih bilgisi vermeyeceklerdir.
Bu konuyu iyi niyetli, tarihine kültürüne yabancı olmayan sivil toplum kuruluşları ele almalıdır. Bunun için geziler düzenleyebilirler. Resimli hikâye kitapları yayınlayabilirler. Sosyal medyayı kullanabilirler.
Tarihini bilen, dinini bilen, örf ve adetlerine saygılı, geçmişine küfretmeyen, ancak geçmişiyle yüzleşen şuurlu nesiller yetiştirmek gerek. Geleceğin inşası için gerekli olan nesillerden bahsediyorum.
Kimlikli insanlar tarih bilincine sahip insanlardır. Onlar dinlerini bilirler, dillerini bilirler, kültürlerini bilirler, tarihe mal olmuş kanaat önderlerini bilirler, tanırlar. Onlar Müslümanlara küfretmezler, küfredenlerle beraber olmazlar. Tarih şuuruna sahip olan insanlar başkalarının hatırı için kendi insanlarına “şerefsiz demezler” çünkü onlar şerefli insanlardır.
Bitti...
Rüştü KAM- Eğitimci- Yazar
